30 Kasım 2010 Salı

Çaresiz anne


9 Ay bekliyorsun, karnında hareketlerini hisediyorsun, kıyafetler, oyuncaklar alıyorsun, geleceğe dair hayaller kuruyorsun, ultrasonda tipine bakıyorsun, isim düşünüyorsun, istiyorsun ki güzel anlamlı ömrüne etki edecek bir ismi olsun. Doğuyor çocuğun. Sessiz bir bebek oluyor. Herkes bebeği görmeye geliyor. Kucağından indirmiyorsun, öpmüyorsun bile kokluyorsun. Sonra bebek büyüyor, anlıyorsun ki fazla sessiz bebek. Seni duymuyor gibi. Kondurmuyorsun elbette. Biraz daha büyüyor, anlıyorsun ki bir değişiklik var. Çocuğunu bir sürü yere götürüyorsun, sonunda teşhisi koyuyorlar; yaygın gelişimsel bozukluk- otizm. Baba inkar ediyor, saçmalama diyor. Ama nedense sadece akşam iş dönüşü bir kaç saat geçiriyor sadece, doktora bile gelmiyor. Çocuk büyüyor, asabileşmeye başlıyor. Anne doktorun verdiği ilaçları kullanmaya başlıyor, çocuk bu sefer tüm gün uyukluyor, ilaca alışıncaya dek normal diyorlar ama çocuk çocuk gibi değil ki, kendine gelemiyor. Anne ilacı kesiyor bu kez. Eğitime başlıyor. Çocuk konuşamıyor, "anne" diyemiyor, annesi çok deniyor söyletmeyi ama çocuk "kendi dünyasında , adeta sağır" . Çocuk büyüdükçe sorunları da büyüyor, iletişim kuramayan çocuk hırçınlaşıyor, dışarı bir yere gittiklerinde sağa sola saldırıyor, anne yerin dibine giriyor, herkes ona bakıyor onu gösteriyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Kimisi şımarıklıktan diyor, kimisi kaynımın bilmemnesi de böyleydi büyyünce geçti diyor, kimisi kimden geçtiğini soruyor cahilce, sonuçta her biri ayrı üzüyor anneyi. Bir çocuğu daha oluyor bu arada. Anne istiyor ki normal çocuğu da olsun. Anne desin, büyüsün çocuk olsun. Ama bu sefer durum daha da zorlaşıyor. Sabahın köründe kalkıyor otizmli olan, gidip kardeşini döverek uyandırıyor, o sırada anne uyanıyor, bağırış çağırış, bütün gün evde, 2 çocuk bir anne. Baba akşam eve geliyor, sese dayanamıyor yatıp zıbarıyor. Haftasonu da evde durmuyor.
Genellikle olan yine oluyor, baba eve çok geç gelmeye başlıyor, sabaha karşı 3-4 gibi... Haftasonları bunalan anne "çocukları al bir kaç saat parka götür gezdir" diyor. Baba belli çocuğundan utanıyor, uğraşamam diyor , anneyi de evde bırakıp dışarı gidiyor.
Çocuk büyüyor, sorunları daha da büyüyor. Anne tek başına kalıyor.
Bunları bana anlatırken bile ağlıyor.
İşte diyorum, çaresiz anne bu. Öyle istediği olmayınca kendini yerlere atan, annesini tekmeleyen "normal" çocuğun annesi değil çaresiz olan. Ruhum daralıyor.
En büyük korkularımdan biri gerçek olacak diye ödüm kopuyor.
Ya benim de çocuğum öyle olursa, ya ben de yapayalnız kalırsam. Ya o çok sevdiğim, hayaller kurduğumuz çocuğumun babası, benim sevgili kocam hem ruhen hem bedenen bizi terk ederse? Ya kendimi böyle bir çocukla eve tıkılmış bulursam? Ya o çocuğu sevmezsem? Ya seversem?
Bazen velilerle konuşuyorum daha da korkuyorum. Onlara çare olamıyorum, çok zor yaşadıkları, hissettikleri, baş ettikleri... Yine de seviyorlar çocuklarını, ben anne değilim ya anlayamıyorum onları tabi ki de. Çok seviyorlar çocuklarını.
Ben de sevebilirmiyim,bilmem.

25 Kasım 2010 Perşembe

Hayvanseverlik ne zor


Hemen hemen her gün buradaki ve buradaki  ilanlara bakıyorum. Bakıyorum bakıyorum ağlıyorum üzülüyorum. Kendi kendime "ne zor yardım edememek" diyorum. Evine alamamak, gidip kafasını sevememek ne zor diyorum. Evimde zaten huysuz bir köpek var, evde bizlere bile neler yapıyor bir de başka bir köpeğe neler eder diye başka köpek sokamıyorum. Kendimce ben de bu açığımı kapatmak için sokakta gördüğüm zavallı durumdaki hiç bir hayvanı es geçmemeye çalışıyorum. Yanımda ödül bisküvisi, bazen mama, ödül kemiği falan taşıyorum. İşyerinde dolabımda mama saklıyorum. Hiç birşey yapamazsam bir yerden yiyecek alıp önlerine koyuyorum başlarını okşuyorum evime içim ağlaya ağlaya gidiyorum. Yollarda ezilmiş kedi-köpek görme korkusundan araçlarda yollara bakamıyorum, kafayı yiyorum sanıyorum dolmuşta gözünü fezaya diken bir kız düşünün.Aynen öyle takılıyorum. En korktuğum şeylerden biri bir hayvanı ezilirken görmek veya ona çarpmak.
Düşünüyorum düşünüyorum hayvansevmez olmak duyarsız olmak ne kolay diyorum. Bunları görmezden gel, yolda yaralı bir hayvan gör duyma, ağlayan arabaların altına kaçan, yola fırlayan kedi gör umursama yoluna devam et ne kolay diyorum , böyle olmak bu şekilde hayatına devam etmek zor. Her yerden insanların adilikleri insafsızlıkları fışkırıyor. Her yerde yaralı hayvanlar, işkence görmüş, eziyet edilmiş , tecavüz edilmiş, karnı yarılmış, patileri kesilmiş, ağzı bantlanmış zavallılar. Her yerde insanların duyarsızlıklarının eseri. Görevini yapmayan belediyelerin, bir heves evine hayvan alan ve kıçı sıkışınca sokağa dağa bayıra Allah ne verdiyse terk eden hayvanoğlu hayvanlara lanet ediyorum.
Ulan diyorum hiç birşey yapamıyorsanız zarar vermeyin yeter. Zaten onların da istediği zarar görmemek. Tamam sevmeyin kabul, dokunmayın tiksinin, korkun ama yahu zarar vermeyin.

Dün işyerinden çıktım, okulun orada sevdiğim sokak köpekleri var, dün bir tanesi oradaydı, adamın biri birşey veriyordu, bizimki de sevinçle hapır hupur yiyordu. Gittim baktım ne yiyor diye. Adam almış bir paket kremalı bisküvi , köpeğe veriyor. Dedim ki "beyefendi  siz iyi bir şey yapmak istemişsiniz belli ki ama köpeklere şeker çok zararlıdır vermeyin" . Adam gayet rahat ve mutlu (cehalet saadettir) "yok bişey olmaz bişey olmaz" dedi vermeye devam etti. Hay yarabbim güler misin ağlar mısın. Bizim ülkemizde herkes veteriner hekim zaten. Sonra adam "otobüsüm geldi , al sen bunları ver" diye paketi elime tutuşturup gitti. Ne yapacağımı bilemedim. Versem, hayvana zararlı vermek istemiyorum. Vermeyip ne yapacağımı da bilmiyorum. Adamın malı, çantama atıp çöpe atsam haram zıkkım edecek olan bana olacak, çocuğun birine mi versem ay ne yapsam derken attım çantama. Bir kenara bıraksam çılgın köpek yiyecek çünkü hevesle elime bakıyor. Gittim hayvancağıza pide aldım bisküviyi de çantama attım oradan da çöpe attım artık ne olacaksa olsun diye.
Şimdi hemen sivri zekalar çalışır "insanlar için ne yapıyorsun, önce insan" bıdı bıdısı yapar. Amaan ne yapayım yaparsa yapsın. Zaten işyerinde de "o zaman köfte de yeme, burger de yeme, yumurta da yeme" diye laflara maruz kalıyorum. Hayır ben de diyorum onlara abi para benim, hayvan sevgisi benim, paramla ister mama alırım ister ayakkabı alırım. Benim köpek kedi sevmem onları beslememden sana ne? Ama o zaman huysuz Ayşegül oluyorum, laf söylenmiyor oluyorum yooo.

Hayvanseverlik nerede başlıyor nerede bitiyor bilmiyorum. Et yeme konusunda bile derin düşünceler içerisindeyim.
Hadi bakalım.

not: İlk fotodaki yavru tasmasıyla mamasıyla hatta karnesiyle sahibi tarafından SOKAĞA atılmıştır, yuva aramaktadır. Adı karnesinde yazdığına göre Puki imiş. Eğer tez zamanda yuva bulamazsa yarın veya öbürgün barınağa gidecekmiş. İletişim için :
0543-445 69 50

ikinci fotodakiler de  Uzi'nin evinin yakınındaki parktaki yavrucuklarım.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Geçim derdi

Bahsedeceğim konu, maddi anlamda geçim derdi değil. İnsanlarla aramdaki geçim derdinden bahsediyorum.  Şimdi benim köpeğim huysuz bir köpek. Bana da benzemiş olabilir zamanla ama en azından ben ısırmıyorum. Diğer köpeklere kıyasla ne zaman ne yapacağı belli olmaz, severken birden atılabilir, kuyruk sallarken vahşileşebilir, çocuklara ısırmasa da dik dik bakabilir. Yani ben bir çocuğum olsa ne bok yerim bilemiyorum mesela. Çünkü yatakta yatarken bile beni savunup anneme, annemin yatağındayken hatta odasındayken de onu savunup bana atılabiliyor. Ama ben onu öyle kabullendim. Özürlü biriymiş gibi farz ediyorum onu. Kusurlarına bakmıyorum. İnsani değerlerle yargılamıyorum yani bana dik dik bakıyorsa alınmıyorum sinirlenmiyorum o bir it olduğu için it gibi düşündüğünü biliyorum. Elimi ısırsa da saniyeler sonra sakinleşip beni yalayacağını biliyorum. Beni ısırınca "nankör, besle de ısırsın" diye düşünmüyorum çünkü asıl bu düşüncenin adilik olduğunu düşünüyorum.
Neyse insanlarla olan meseleye gelince, insanlar öyle değil. Kimin neye gönül koyup koymadığını anlayamıyorsun. Ayak, oyun yapıyorlar, "bişey yok ya valla bak" deyip tripler atıyorlar, birine bir laf anlatıyorsun anında başkasından duyuyorsun. Artık şaşırmaya da alıştım. Ya benim iletişimimde ve insan ilişkilerimde bir sorun var -ki mutlaka bende de insanoğlu olmamdan mütevellit marazlar vardır ya da etrafımdaki insanları yeterince doğru seçemiyorum. Mesela el şakası sevmiyorum, biri şakanın laubaliliğin bokunu çıkartırsa sinir oluyorum,ısrar sevmiyorum ,oraya gel buraya gel ona gidelim bunu yapalım aa ama darılırım ay şundan da ye hatrım için bokum için aa onu mu giydin bunu mu taktın ay ne şöylesin ne böylesin bana niye gelmiyorsun beni niye aramıyorsun hiç msnde selam bile vermiyorsun neredesin kız hayırsız (cehennemin dibindeyim) aldırmıyor takmıyor haha hihi şen şakrak Ayşegül oluyorum , önce ses etmiyorum etmiyorum sonra öküz gibi patlıyorum.  Ne oluyor ; Ayşegül kötü oluyor, Ayşegül huysuz oluyor. 

Her türlü ilişki çok emek istiyor efor istiyor, patronuna karşı, iş arkadaşına karşı , dostuna karşı, arkadaşına karşı, ailene ve sevgiline karşı. Büyüdükçe anlıyorum bunları ne kadar zor olduğunu. Yahu diyorum bu insanlar ne yapıyor da bunu karşılayabiliyor. Zihnim gece yattığımda karman çorman. Zaten uykuya çok zor dalarım, gece aklıma olmadık fikirler, olmadık kişiler, olmadık olayalr takılır dalmam 1 saati bulur, bir de arı kovanı gibi vız vız vız gün boyu hesap özeti yap. O onu dedi de niye böyle dedi, öyle dedim ayıp mı ettim, bak yüzü asıldı neden ki falan diye düşünüp duruyorum arpacı kumrusu gibi.
Ben ilkokulda da böyleydim. Tek isteidğim kitap okumaktı. Teneffüslerde falan da asosyal olmuştum bu yüzden. İitişme kakışma sevmezdim, salak çocuk muhabbetleri sevmezdim (ayakkabın ters -son ders, mısır de -mısır , gel kıçımı ısır, biliyo musun benim babam bin kilo vs.) Sevmezdim sevmesine de yine de kaynaştığım yegane dakikalarda da komik bir çocuk olur güler eğlenirdim. Ama daha o zaman keşfettim ki çok fazla gülüp eğlenince insanlar seni hiç bir boku takmıyor görüp daha da yükleniyorlar. O zamanlar gece yattığımda derdim ki: Söz yarın daha ciddi olucam. Hayır olmazdım. Sabah okula gider ve aynı Ayşegül olurdum. Tamam itiraf ediyorum orta ve lisede de böyle oldu. Olmuyor işte. Azcık kendimi çekeyim, du bi bakalım önce tanıyayım yok.
Amma lakırdı yaptım ama olsun ferahladım. Konuyu da bağlamadan böyle bırakmayı düşünüyorum.

21 Kasım 2010 Pazar

Bursa


Enfes pideli köftesi
Her tarafından fışkıran tarih
Eski Bursa'nın sokaklarında insanlar nasıl yaşamış diye kurulan hayaller
Dinlenme
Sohbet
Mangal
Aşk
Kavga
Karsız Uludağ
Midemi kaldıran dağ yolu ( bir Heidi olamayacağım kesin)
Metrelerce feribot kuyruğu
Kestane şekeri
Eve dönüş
Yarın iş
İş
:(



16 Kasım 2010 Salı

Yirmialtı

Çok uzak gelirdi bana yirmialtı yaşında olmak. Çocukken mahallede özendiğimiz bazı ablalar vardı , yirmialtısına gelince onlar gibi havalı genç kadınlardan olacağımı düşünürdüm. Yanılmışım. Hiç değişmiyorum sanki. Sanki bir yaşta takıldım kaldım. Olsun.
Ahali ben yirmialtı oldum.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Nikah şekerleri

Evlenirken nikah şekerlerinizi Yedikule Hayvan Barınağı'na yaptırmak ve barınaktaki köpeciklere katkıda bulunmak istemez misiniz?


Ben bu fikri çok beğendim. Aynı zamanda yenidoğan şekerleri de yapıyorlar. Üzerine de barınak kartı iliştiriyorlar. 200 Kişi gelse nikaha, 5 kişi bile yardımda bulunsa kardır. Bari bunca zaman nikahlardan alınıp da bir halta yaramayan nikah şekerleri bir işe yarar. Bari biz de kendimizce bir işe yaramış oluruz.

 Bilgi için : http://www.fatihbelediyesiyedikulehayvanbarinagi.com/kampanyalar/sekerler/

2 Kasım 2010 Salı

eski işler eski dostlar vs.


Babamın makinesiyle çektiğim sanatsal bir foto daha : Transformasyon geçiren Nancy köpek.
Tatile az kaldı. Seneler önce gitmiştim Uludağ'a. Çalışmak için. Yaklaşık 1 ay kalmıştım , çokça eğlenmiş, az çalışmış bi de üstüne para almıştım. Ancak işi tamamlayamadım. Çünkü beni araba tutar ve arada sırada İstanbul'a dönüp 5 gün sonra yine dağa çıkıyorduk ve her seferinde dağa gelemeden içimde ne var ne yoksa çıkartıveriyordum. Tahmin edeceğiniz gibi kimse benimle yolculuk etmek istemiyordu. Sırf o döne döne çıkılan lanet dağ yolu yüzünden caanım işi yarım bıraktım. Yoksa iş süperdi. Turkcell ekibindeydik. Öğlen 1 'de işe başlıyorduk, işimiz de o antenli sarı şapkalardan 500 tane dağıtıp otele dönmekti. Ekipten olduğumuz için kayak, lift vs her şey bedavaydı. Her otel bize açıktı. Akşam bir otelde yemeği yiyorduk, bişeyler içmek için başka otelin salonuna gidiyorduk, gece çorbası veya mantısı için başka otele gidiyorduk oh la laa. Hatta sarı şapka alıp check-up yapmayı tekşif eden Acıbadem hastanesi doktorları bile oldu hahah. O sarı şapka için insanların neler yaptığına inanamazsınız. Adamın biri cipinden inip sıranın önüne geçip şapka istemişti (evet sıra oluyordu hem de upuzun), ben de sıraya geçmesi gerektiğini söylemiştim, adamsa üstüme yürüyüp beni itmişti, ben de yumruğu çakmıştım!  Hayır yumruk kısmı doğru değil sadece çemkirip şapkalarımı alıp otele dönmüştüm.Ne günlerdi. Şimdi yine gidiyorum, yanımda yarim... Gerçi bu sefer sezon açılmamış olacak belki kayak bile yapamayacağız ama tatilin kötüsü olmaz dimi. (Olur olur, Olimpos'a gidince olur.)
Bi sürü değişik iş yaptım ya şimdi düşünüyorum da. Sakız bile dağıttım sokakta. Minik sakız paketlerini gören prezervatif sanıp kaçıyordu o yüzden dağıtmak zor oluyordu ama alıyorlardı neticede. Şimdi öğretmenim.Artık düzenli iş-düzenli hayat rutininie girdim. Bugün çok sevdiğim bi arkadaşımla konuşuyorduk. Lisede ayrılmaz ikiliydik. Ne hayallerimiz vardı ne hayallerimiz. Beyoğlu'nda kocamaan terası olan bir evde oturacaktık. Eski Pera apartmanlarından biri olacaktı. Arkadaşlarımız gelecekti. Ev her daim kalabalık olacaktı. Biz de" rahat bir işte" çalışacaktık. İşin ne olduğuna henüz karar vermemiştik ama rahat olması lazımdı işte. Terasımızda yazın sinema geceleri düzenleyecektik. Partiler verecektik. Kocamaan bir projeksiyon ve kocaman minderler olacaktı. Zamanla koptuk birbirimizden. Ben öğretmen oldum o pazarlama gibi bişey okudu. Bugün konuşurken dedi ki ; ben de öğretmen olacağım olmuyor böyle, yeniden sınava gireceğim . Devlete başvuracağım sonra öğretmenlik için dedi. Ben de düzenli hayat planlarımı anlattım ona. Vay be dedik zaman geçmiş. Şimdi sağlam bir işim var ama o serseri zamanlarımı zırtık işlerimi özlüyorum. Sadece keyif için çalışmayı özlüyorum. Kendi çocuğum olursa onun da böyle deneyimleri olsun isterim açıkçası.
Neyse kısacası yine tatil zamanı geliyor. Dinlenme zamanı geliyor. Kış aylarını hiç sevmem. Depresif, soğuk, karanlık zamanlar... Bir an önce geçmesini beklediğim zamanlar... Bu zamanı iyi şekilde geçirmek için kendimce bazı atraksiyonlar buluyorum. Yaz gelsin, bahar gelsin. Mmm miss.