30 Aralık 2010 Perşembe

Evsım



Şimdi bloglarda moda, yeni yıl kararlarını yazmak, "2010'un son postunu" atmak, evde kurdukları ağaçlarının fotosunu çekip sayfasına koymak falan. Ben de aslında  "son post " yazmayayım diyordum ama, amaan aynı bokun soyuyuz neticede diye yazdım gitti. Nancy yeni yıla regl döneminde giriyor, dolayısıyla huysuz ve gergin, bütün yıl huysuz olmaz inşallah.
Arkadaşlarımızı çağırdık, yatacak yerimiz yok, 3 çift ve bir tek tabanca ayrıca 2 de itten oluşan kişileriz ve 2 tane çift kişilik yatacak yer var, 2 yastık, tek yorgan ve bir de minik polar battaniye var. 4 kişilik masamız, 6 sandalyemiz var beheyyy ! Olsun , eğlencesi burada, artık kim nereye atarsa kendini orada yatar, itler dahil !
Yılbaşından sonra da yapacak işlerimiz var. Telaşlı heyecanlı işler. Seneler geçiyor, büyümenin getirdiği şeylerden birini daha yaşamaya hazırlanıyorum şimdi. Tuhaf bir duygu, sanki oyun gibi geliyor bazen. Aman öyle olsun zaten,strese gerek yok.
Yeni yıl kararlarım yok, öyle "yihuu yeni yıl geliyor yihuuu 365 gün geçti ve hala yaşıyoruuzz" türü sevinmeler bana göre değil, sene hanesinde bir numara büyük yazacağız diye tantanaya gerek yok, maksat dostlarla bir arada olmaksa eh bu da bahanesi olsun. 

24 Aralık 2010 Cuma

İstanbul'u dinliyorum genizim egzosdan yanmış

Bu şehirde yaşamanın nesi güzel birisi söyleyebilir mi bana? Her salı ve perşembe kursa gitmek için işyerinden çıkıp Mecidiyeköy'e gidiyorum. Her seferinde de insanlarına da trafiğine de havasına da lanet ediyorum. Her an trafik var, her yer leş gibi kokuyor, insanlar üzerine üzerine geliyor, dün bir adam resmen üzerime dalış yaptı yahu. Metrobüs faciası var bir kere, böyle bir kalabalık olamaz, bu şehir bu kadar insanı kaldırmıyor kaldıramıyor artık. Köprüden ne zaman geçsem iki yakadan da görünen yeşillik miktarı azalıyor ve devam eden inşaatlar görüyorum, zart inşaat zurt inşaat . Bina, bina kalabalık kıyamet... Bıkmadınız mı ıkış tıkış yaşamaktan arkadaş. Ne İstanbulmuş. Bu şehir insanı öfkeli, uyuz, ırkçı yapıyor. Yoldan geçen insanlara "bok var geldiniz İstanbul'a bok vaaaaaaaaaaaaaaar" diye haykırmak istiyorum. Köyünden kasabasından arsasını tarlasını satan yurudm insanı parasıyla müteahit oldu her semtte çoluk çocuk arkabaca oturabileceği evler yapıyor. Her an yeni semtler doğuyor. Şu an çalıştığım semt taş çatlasa 6-7 senelik bir semt, daha düne kadar ulaşımı yoktu, insanları en fazla 10 senedir burada yaşıyor. Yaşıyor ve içine ediyor. Sokaklar pislikten geçilmiyor, insan şehrinden insanından soğuyor. "Şehirli" ayılar da var elbet, okumuş etmişin ayısı da başka oluyor, o ayıları da haftasonu Bağdat Caddesi ve -veya Bebek boğaz hattında görebilirsiniz.
Bir yerden bir yere gitmek haftasonu eziyet, ya yolda trafikte saatlerinizi harcayıp yine ıkış tıkış olacağınız bir alışveriş merkezinde veya ne bileyim bir eğlence mekanında geçireceksiniz ve zamanla kanser oalcaksınız ya da mis gibi evinizde oturup yata-vizyon yapacaksınız. Ya yemin ediyorum biz motorlu olmamıza rağmen Eminönü ve boğaz hattında mahsur kaldık saatlerce. Haftasonları gidilmeyecek yerler listesi yaptık kesseler gitmeyiz: Eminönü, Sirkeci, boğaz hattındaki tüm ilçeler; Beşiktaş,Bebek vs. .
Ya düşünün benim annem , ablamın nikahına yetişemedi trafik yüzünden, hem de konvoyda olmasına rağmen. Hastalansan yollarda can verirsin, ambulanslara yer vermemek için kapışıyor ayılar.
Bu şehirde yaşamak için dünyanın parasını harcıyorsunuz ve değmiyor da. Sağlık, eğitim, oturduğun yer, sonra illa bir aracın olacak. Çocuğun olunca zaten bunların hepsini x2 yapabilirsiniz.
İstanbul bitmiş, gelmeyin artık, ben de gideceğim zaten en kısa zamanda. Bi bok yok burada, o magazin sayfalarına bakıp iç geçirmeyin, o artislerin olduğu Cihangir'de de bir bok yok, daracık yollar, araçlar, üst üste insanlar var.
O dizilerdeki boğaz yalılarında oturmuyoruz hepimiz, zaten boğaz hattına gidince denizi göremiyorsun deniz artık pis leş gibi kokuyor , ayrıca teknelerden denizi göremiyorsun bile. Trafiği de cabası.
İstanbul'da eski zamanlarda yaşıyor olmak isterdim, yolların boş olduğu, her yerin yeşil olduğu yerlerde olmak isterdim. Aslında boşverelim İstanbul'u , ben artık başka şehirde olmak istiyorum. Bu  boktan şehrin bana verebileceği bir şey kalmadı, kendi halinde kalsın çürüsün ve kokuşsun olan ve olacağı da bu zaten.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Ben Nancy Ağaoğlu


 Ben Nancy Ağaoğlu, burada bir yaşam yükseliyor. Buralar yeşil alan olacak, her yerde kazıma ve çiş kaka yapma, işaret bırakma alanları olacak. 0-4 Yaş arası çocuklardan ve kedilerden arındırılmış bir yer olacak.


Burası mama ve su kabı, her daim dolu olacak, ben yemesem de en güzel mamalar benim odamda duracak.

Burası benim ara sıra takıldığım yer. Buralar kuş tüyü olacak, ne kadar kazısak da kızılmayacak hatta aferin denilip ödül bisküvisi verilecek, kışın her günü petekler yanık duracak , yazın cam açık olacak ve üfür üfür serinlik vuracak. Buraya kirli çamaşırlar, çoraplar ve oyuncakları taşıyacağız.


Bunlar oyuncaklarım, her zaman oyuncaklarımız olacak, Kong hiç bir zaman boş kalmayacak, en bifteklisinden ödül bisküvileri ile dolup taşacak, çok fazla zorlamayacak hemen içindekiler dökülecek. Peluş oyuncaklar ne kadar sallanırsa sallansın yırtılmayacak, içindeki pamuklar isteğe göre dökülüp saçılabilecek.


Burası abur cubur kutum; içinde her zaman bisküviler ve kemikler olacak, ne zaman başına gitseniz hemen ödül verilecek, sütlü kemikler, bağırsaktan yapılma kemikler hep hazır tutulacak.



Burası uyuşturuculu tıraştan sonra getirildiğim yer. Artık tıraşlar uyuşturmadan yaptırılacak bu hale hiç bir köpek gelmeyecek. Dilenirse veteriner hekim ısırılacak, hırlanacak istediğimiz kadar diş gösterilecek.
İthill my world
Yaptım olacak.

10 Aralık 2010 Cuma

Düşler Akademisi

 Benim öğrencilere eğitim verirken hep düşündüğüm şey: bu verdiğim eğitimi bu çocuk nerede kullanacak. Evde oturduktan, eve mahkum edildiktan sonra verilen eğitimi nasıl kullanacak?
İşte benim gibi düşünen başka insanlar benim gibi boş boş düşünmemiş ve harekete geçmiş.
AYDER ( Alternatif Yaşam Derneği ), UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı), Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ve Türkiye Vodafone Vakfı finansal desteği ile kurulan Düşler Akademisi'nin amacı engellileri bir çok alanda topluma kazandırmak , onlara eğitim ve iş imkanı verebilmek.
Bu bir sosyal sorumluluk projesidir ve etkinlikler ücretsizdir. 
Bilgi için http://duslerakademisi.org/

3 Aralık 2010 Cuma

Sağ el yan çevir göğüsten aşağı çapraz

* İki el orta parmak göbeğe vur

 * Sol el iki parmakla kanca sağ kol kıvır sürt

* Ayakkabı gibi yap parmakları salla

* Kulak memesi baş parmakla dürt

* İki el hilal uzaktan uç uca getir (yakından değil uzaktan, yakından başka anlamı var)

* Bir yap aşağı çek içe doğru getir

* İki el şıkıtık

* İki ele yan ters düz birbirine çarp eli L yap salla

* Orta iki ve baş parmak kıvır işaret serçe yukarda kafaya koy

* Orta iki baş parmak kıvır işaret serçe yukarda salla

* Elle bıyık yap

* Elle bir sağ bir sol göğüse değdir

Bunlar ne mi? Gittiğim işaret dili kursunda öğrendiğim bir ton kelimeden bazıları. Derste aldığım notlar bu şekilde oldu. Çünkü hem öğrenip hızlıca o an yazmak gerekiyordu.
Bugün Sağır Kedi'nin sayfasında da bir yazı görünce ben de bu konuda yazmak istedim. Anlaşmak için illa sözlere gerek yok. Yok saymadan , göz devirmeden, "sağır mısın be adam" demeden de yapılacak şeyler var.

3 Aralık Dünya Engelliler Günü

Not :
Kelimelerin anlamları
Başlıktaki :
* Sevmek
Diğerleri:
* Memnun oldum
* Kot pantolon
* Eldiven
* Atatürk
* Buluşma
* Bakmak- Bulmak
* Düğün
* Terslenme hareketi, sana ne- sana ne lazım anlamında
* Kıskanmak
* Gezmek
* Baba
* Anne

2 Aralık 2010 Perşembe

Arsız gönül


Dün dedim ki O'na işten çıkmadan önce:
"Çok acıktım ne yesek?"
Eve gittim, baktım mutfağın ışığı yanıyor, içerde birşeyler pişiyor. İçeri girdim, çok açım diye yemekler yapmış bana.
Uuu beybi ^^



Arsız Robin




foto

30 Kasım 2010 Salı

Çaresiz anne


9 Ay bekliyorsun, karnında hareketlerini hisediyorsun, kıyafetler, oyuncaklar alıyorsun, geleceğe dair hayaller kuruyorsun, ultrasonda tipine bakıyorsun, isim düşünüyorsun, istiyorsun ki güzel anlamlı ömrüne etki edecek bir ismi olsun. Doğuyor çocuğun. Sessiz bir bebek oluyor. Herkes bebeği görmeye geliyor. Kucağından indirmiyorsun, öpmüyorsun bile kokluyorsun. Sonra bebek büyüyor, anlıyorsun ki fazla sessiz bebek. Seni duymuyor gibi. Kondurmuyorsun elbette. Biraz daha büyüyor, anlıyorsun ki bir değişiklik var. Çocuğunu bir sürü yere götürüyorsun, sonunda teşhisi koyuyorlar; yaygın gelişimsel bozukluk- otizm. Baba inkar ediyor, saçmalama diyor. Ama nedense sadece akşam iş dönüşü bir kaç saat geçiriyor sadece, doktora bile gelmiyor. Çocuk büyüyor, asabileşmeye başlıyor. Anne doktorun verdiği ilaçları kullanmaya başlıyor, çocuk bu sefer tüm gün uyukluyor, ilaca alışıncaya dek normal diyorlar ama çocuk çocuk gibi değil ki, kendine gelemiyor. Anne ilacı kesiyor bu kez. Eğitime başlıyor. Çocuk konuşamıyor, "anne" diyemiyor, annesi çok deniyor söyletmeyi ama çocuk "kendi dünyasında , adeta sağır" . Çocuk büyüdükçe sorunları da büyüyor, iletişim kuramayan çocuk hırçınlaşıyor, dışarı bir yere gittiklerinde sağa sola saldırıyor, anne yerin dibine giriyor, herkes ona bakıyor onu gösteriyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Kimisi şımarıklıktan diyor, kimisi kaynımın bilmemnesi de böyleydi büyyünce geçti diyor, kimisi kimden geçtiğini soruyor cahilce, sonuçta her biri ayrı üzüyor anneyi. Bir çocuğu daha oluyor bu arada. Anne istiyor ki normal çocuğu da olsun. Anne desin, büyüsün çocuk olsun. Ama bu sefer durum daha da zorlaşıyor. Sabahın köründe kalkıyor otizmli olan, gidip kardeşini döverek uyandırıyor, o sırada anne uyanıyor, bağırış çağırış, bütün gün evde, 2 çocuk bir anne. Baba akşam eve geliyor, sese dayanamıyor yatıp zıbarıyor. Haftasonu da evde durmuyor.
Genellikle olan yine oluyor, baba eve çok geç gelmeye başlıyor, sabaha karşı 3-4 gibi... Haftasonları bunalan anne "çocukları al bir kaç saat parka götür gezdir" diyor. Baba belli çocuğundan utanıyor, uğraşamam diyor , anneyi de evde bırakıp dışarı gidiyor.
Çocuk büyüyor, sorunları daha da büyüyor. Anne tek başına kalıyor.
Bunları bana anlatırken bile ağlıyor.
İşte diyorum, çaresiz anne bu. Öyle istediği olmayınca kendini yerlere atan, annesini tekmeleyen "normal" çocuğun annesi değil çaresiz olan. Ruhum daralıyor.
En büyük korkularımdan biri gerçek olacak diye ödüm kopuyor.
Ya benim de çocuğum öyle olursa, ya ben de yapayalnız kalırsam. Ya o çok sevdiğim, hayaller kurduğumuz çocuğumun babası, benim sevgili kocam hem ruhen hem bedenen bizi terk ederse? Ya kendimi böyle bir çocukla eve tıkılmış bulursam? Ya o çocuğu sevmezsem? Ya seversem?
Bazen velilerle konuşuyorum daha da korkuyorum. Onlara çare olamıyorum, çok zor yaşadıkları, hissettikleri, baş ettikleri... Yine de seviyorlar çocuklarını, ben anne değilim ya anlayamıyorum onları tabi ki de. Çok seviyorlar çocuklarını.
Ben de sevebilirmiyim,bilmem.

25 Kasım 2010 Perşembe

Hayvanseverlik ne zor


Hemen hemen her gün buradaki ve buradaki  ilanlara bakıyorum. Bakıyorum bakıyorum ağlıyorum üzülüyorum. Kendi kendime "ne zor yardım edememek" diyorum. Evine alamamak, gidip kafasını sevememek ne zor diyorum. Evimde zaten huysuz bir köpek var, evde bizlere bile neler yapıyor bir de başka bir köpeğe neler eder diye başka köpek sokamıyorum. Kendimce ben de bu açığımı kapatmak için sokakta gördüğüm zavallı durumdaki hiç bir hayvanı es geçmemeye çalışıyorum. Yanımda ödül bisküvisi, bazen mama, ödül kemiği falan taşıyorum. İşyerinde dolabımda mama saklıyorum. Hiç birşey yapamazsam bir yerden yiyecek alıp önlerine koyuyorum başlarını okşuyorum evime içim ağlaya ağlaya gidiyorum. Yollarda ezilmiş kedi-köpek görme korkusundan araçlarda yollara bakamıyorum, kafayı yiyorum sanıyorum dolmuşta gözünü fezaya diken bir kız düşünün.Aynen öyle takılıyorum. En korktuğum şeylerden biri bir hayvanı ezilirken görmek veya ona çarpmak.
Düşünüyorum düşünüyorum hayvansevmez olmak duyarsız olmak ne kolay diyorum. Bunları görmezden gel, yolda yaralı bir hayvan gör duyma, ağlayan arabaların altına kaçan, yola fırlayan kedi gör umursama yoluna devam et ne kolay diyorum , böyle olmak bu şekilde hayatına devam etmek zor. Her yerden insanların adilikleri insafsızlıkları fışkırıyor. Her yerde yaralı hayvanlar, işkence görmüş, eziyet edilmiş , tecavüz edilmiş, karnı yarılmış, patileri kesilmiş, ağzı bantlanmış zavallılar. Her yerde insanların duyarsızlıklarının eseri. Görevini yapmayan belediyelerin, bir heves evine hayvan alan ve kıçı sıkışınca sokağa dağa bayıra Allah ne verdiyse terk eden hayvanoğlu hayvanlara lanet ediyorum.
Ulan diyorum hiç birşey yapamıyorsanız zarar vermeyin yeter. Zaten onların da istediği zarar görmemek. Tamam sevmeyin kabul, dokunmayın tiksinin, korkun ama yahu zarar vermeyin.

Dün işyerinden çıktım, okulun orada sevdiğim sokak köpekleri var, dün bir tanesi oradaydı, adamın biri birşey veriyordu, bizimki de sevinçle hapır hupur yiyordu. Gittim baktım ne yiyor diye. Adam almış bir paket kremalı bisküvi , köpeğe veriyor. Dedim ki "beyefendi  siz iyi bir şey yapmak istemişsiniz belli ki ama köpeklere şeker çok zararlıdır vermeyin" . Adam gayet rahat ve mutlu (cehalet saadettir) "yok bişey olmaz bişey olmaz" dedi vermeye devam etti. Hay yarabbim güler misin ağlar mısın. Bizim ülkemizde herkes veteriner hekim zaten. Sonra adam "otobüsüm geldi , al sen bunları ver" diye paketi elime tutuşturup gitti. Ne yapacağımı bilemedim. Versem, hayvana zararlı vermek istemiyorum. Vermeyip ne yapacağımı da bilmiyorum. Adamın malı, çantama atıp çöpe atsam haram zıkkım edecek olan bana olacak, çocuğun birine mi versem ay ne yapsam derken attım çantama. Bir kenara bıraksam çılgın köpek yiyecek çünkü hevesle elime bakıyor. Gittim hayvancağıza pide aldım bisküviyi de çantama attım oradan da çöpe attım artık ne olacaksa olsun diye.
Şimdi hemen sivri zekalar çalışır "insanlar için ne yapıyorsun, önce insan" bıdı bıdısı yapar. Amaan ne yapayım yaparsa yapsın. Zaten işyerinde de "o zaman köfte de yeme, burger de yeme, yumurta da yeme" diye laflara maruz kalıyorum. Hayır ben de diyorum onlara abi para benim, hayvan sevgisi benim, paramla ister mama alırım ister ayakkabı alırım. Benim köpek kedi sevmem onları beslememden sana ne? Ama o zaman huysuz Ayşegül oluyorum, laf söylenmiyor oluyorum yooo.

Hayvanseverlik nerede başlıyor nerede bitiyor bilmiyorum. Et yeme konusunda bile derin düşünceler içerisindeyim.
Hadi bakalım.

not: İlk fotodaki yavru tasmasıyla mamasıyla hatta karnesiyle sahibi tarafından SOKAĞA atılmıştır, yuva aramaktadır. Adı karnesinde yazdığına göre Puki imiş. Eğer tez zamanda yuva bulamazsa yarın veya öbürgün barınağa gidecekmiş. İletişim için :
0543-445 69 50

ikinci fotodakiler de  Uzi'nin evinin yakınındaki parktaki yavrucuklarım.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Geçim derdi

Bahsedeceğim konu, maddi anlamda geçim derdi değil. İnsanlarla aramdaki geçim derdinden bahsediyorum.  Şimdi benim köpeğim huysuz bir köpek. Bana da benzemiş olabilir zamanla ama en azından ben ısırmıyorum. Diğer köpeklere kıyasla ne zaman ne yapacağı belli olmaz, severken birden atılabilir, kuyruk sallarken vahşileşebilir, çocuklara ısırmasa da dik dik bakabilir. Yani ben bir çocuğum olsa ne bok yerim bilemiyorum mesela. Çünkü yatakta yatarken bile beni savunup anneme, annemin yatağındayken hatta odasındayken de onu savunup bana atılabiliyor. Ama ben onu öyle kabullendim. Özürlü biriymiş gibi farz ediyorum onu. Kusurlarına bakmıyorum. İnsani değerlerle yargılamıyorum yani bana dik dik bakıyorsa alınmıyorum sinirlenmiyorum o bir it olduğu için it gibi düşündüğünü biliyorum. Elimi ısırsa da saniyeler sonra sakinleşip beni yalayacağını biliyorum. Beni ısırınca "nankör, besle de ısırsın" diye düşünmüyorum çünkü asıl bu düşüncenin adilik olduğunu düşünüyorum.
Neyse insanlarla olan meseleye gelince, insanlar öyle değil. Kimin neye gönül koyup koymadığını anlayamıyorsun. Ayak, oyun yapıyorlar, "bişey yok ya valla bak" deyip tripler atıyorlar, birine bir laf anlatıyorsun anında başkasından duyuyorsun. Artık şaşırmaya da alıştım. Ya benim iletişimimde ve insan ilişkilerimde bir sorun var -ki mutlaka bende de insanoğlu olmamdan mütevellit marazlar vardır ya da etrafımdaki insanları yeterince doğru seçemiyorum. Mesela el şakası sevmiyorum, biri şakanın laubaliliğin bokunu çıkartırsa sinir oluyorum,ısrar sevmiyorum ,oraya gel buraya gel ona gidelim bunu yapalım aa ama darılırım ay şundan da ye hatrım için bokum için aa onu mu giydin bunu mu taktın ay ne şöylesin ne böylesin bana niye gelmiyorsun beni niye aramıyorsun hiç msnde selam bile vermiyorsun neredesin kız hayırsız (cehennemin dibindeyim) aldırmıyor takmıyor haha hihi şen şakrak Ayşegül oluyorum , önce ses etmiyorum etmiyorum sonra öküz gibi patlıyorum.  Ne oluyor ; Ayşegül kötü oluyor, Ayşegül huysuz oluyor. 

Her türlü ilişki çok emek istiyor efor istiyor, patronuna karşı, iş arkadaşına karşı , dostuna karşı, arkadaşına karşı, ailene ve sevgiline karşı. Büyüdükçe anlıyorum bunları ne kadar zor olduğunu. Yahu diyorum bu insanlar ne yapıyor da bunu karşılayabiliyor. Zihnim gece yattığımda karman çorman. Zaten uykuya çok zor dalarım, gece aklıma olmadık fikirler, olmadık kişiler, olmadık olayalr takılır dalmam 1 saati bulur, bir de arı kovanı gibi vız vız vız gün boyu hesap özeti yap. O onu dedi de niye böyle dedi, öyle dedim ayıp mı ettim, bak yüzü asıldı neden ki falan diye düşünüp duruyorum arpacı kumrusu gibi.
Ben ilkokulda da böyleydim. Tek isteidğim kitap okumaktı. Teneffüslerde falan da asosyal olmuştum bu yüzden. İitişme kakışma sevmezdim, salak çocuk muhabbetleri sevmezdim (ayakkabın ters -son ders, mısır de -mısır , gel kıçımı ısır, biliyo musun benim babam bin kilo vs.) Sevmezdim sevmesine de yine de kaynaştığım yegane dakikalarda da komik bir çocuk olur güler eğlenirdim. Ama daha o zaman keşfettim ki çok fazla gülüp eğlenince insanlar seni hiç bir boku takmıyor görüp daha da yükleniyorlar. O zamanlar gece yattığımda derdim ki: Söz yarın daha ciddi olucam. Hayır olmazdım. Sabah okula gider ve aynı Ayşegül olurdum. Tamam itiraf ediyorum orta ve lisede de böyle oldu. Olmuyor işte. Azcık kendimi çekeyim, du bi bakalım önce tanıyayım yok.
Amma lakırdı yaptım ama olsun ferahladım. Konuyu da bağlamadan böyle bırakmayı düşünüyorum.

21 Kasım 2010 Pazar

Bursa


Enfes pideli köftesi
Her tarafından fışkıran tarih
Eski Bursa'nın sokaklarında insanlar nasıl yaşamış diye kurulan hayaller
Dinlenme
Sohbet
Mangal
Aşk
Kavga
Karsız Uludağ
Midemi kaldıran dağ yolu ( bir Heidi olamayacağım kesin)
Metrelerce feribot kuyruğu
Kestane şekeri
Eve dönüş
Yarın iş
İş
:(



16 Kasım 2010 Salı

Yirmialtı

Çok uzak gelirdi bana yirmialtı yaşında olmak. Çocukken mahallede özendiğimiz bazı ablalar vardı , yirmialtısına gelince onlar gibi havalı genç kadınlardan olacağımı düşünürdüm. Yanılmışım. Hiç değişmiyorum sanki. Sanki bir yaşta takıldım kaldım. Olsun.
Ahali ben yirmialtı oldum.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Nikah şekerleri

Evlenirken nikah şekerlerinizi Yedikule Hayvan Barınağı'na yaptırmak ve barınaktaki köpeciklere katkıda bulunmak istemez misiniz?


Ben bu fikri çok beğendim. Aynı zamanda yenidoğan şekerleri de yapıyorlar. Üzerine de barınak kartı iliştiriyorlar. 200 Kişi gelse nikaha, 5 kişi bile yardımda bulunsa kardır. Bari bunca zaman nikahlardan alınıp da bir halta yaramayan nikah şekerleri bir işe yarar. Bari biz de kendimizce bir işe yaramış oluruz.

 Bilgi için : http://www.fatihbelediyesiyedikulehayvanbarinagi.com/kampanyalar/sekerler/

2 Kasım 2010 Salı

eski işler eski dostlar vs.


Babamın makinesiyle çektiğim sanatsal bir foto daha : Transformasyon geçiren Nancy köpek.
Tatile az kaldı. Seneler önce gitmiştim Uludağ'a. Çalışmak için. Yaklaşık 1 ay kalmıştım , çokça eğlenmiş, az çalışmış bi de üstüne para almıştım. Ancak işi tamamlayamadım. Çünkü beni araba tutar ve arada sırada İstanbul'a dönüp 5 gün sonra yine dağa çıkıyorduk ve her seferinde dağa gelemeden içimde ne var ne yoksa çıkartıveriyordum. Tahmin edeceğiniz gibi kimse benimle yolculuk etmek istemiyordu. Sırf o döne döne çıkılan lanet dağ yolu yüzünden caanım işi yarım bıraktım. Yoksa iş süperdi. Turkcell ekibindeydik. Öğlen 1 'de işe başlıyorduk, işimiz de o antenli sarı şapkalardan 500 tane dağıtıp otele dönmekti. Ekipten olduğumuz için kayak, lift vs her şey bedavaydı. Her otel bize açıktı. Akşam bir otelde yemeği yiyorduk, bişeyler içmek için başka otelin salonuna gidiyorduk, gece çorbası veya mantısı için başka otele gidiyorduk oh la laa. Hatta sarı şapka alıp check-up yapmayı tekşif eden Acıbadem hastanesi doktorları bile oldu hahah. O sarı şapka için insanların neler yaptığına inanamazsınız. Adamın biri cipinden inip sıranın önüne geçip şapka istemişti (evet sıra oluyordu hem de upuzun), ben de sıraya geçmesi gerektiğini söylemiştim, adamsa üstüme yürüyüp beni itmişti, ben de yumruğu çakmıştım!  Hayır yumruk kısmı doğru değil sadece çemkirip şapkalarımı alıp otele dönmüştüm.Ne günlerdi. Şimdi yine gidiyorum, yanımda yarim... Gerçi bu sefer sezon açılmamış olacak belki kayak bile yapamayacağız ama tatilin kötüsü olmaz dimi. (Olur olur, Olimpos'a gidince olur.)
Bi sürü değişik iş yaptım ya şimdi düşünüyorum da. Sakız bile dağıttım sokakta. Minik sakız paketlerini gören prezervatif sanıp kaçıyordu o yüzden dağıtmak zor oluyordu ama alıyorlardı neticede. Şimdi öğretmenim.Artık düzenli iş-düzenli hayat rutininie girdim. Bugün çok sevdiğim bi arkadaşımla konuşuyorduk. Lisede ayrılmaz ikiliydik. Ne hayallerimiz vardı ne hayallerimiz. Beyoğlu'nda kocamaan terası olan bir evde oturacaktık. Eski Pera apartmanlarından biri olacaktı. Arkadaşlarımız gelecekti. Ev her daim kalabalık olacaktı. Biz de" rahat bir işte" çalışacaktık. İşin ne olduğuna henüz karar vermemiştik ama rahat olması lazımdı işte. Terasımızda yazın sinema geceleri düzenleyecektik. Partiler verecektik. Kocamaan bir projeksiyon ve kocaman minderler olacaktı. Zamanla koptuk birbirimizden. Ben öğretmen oldum o pazarlama gibi bişey okudu. Bugün konuşurken dedi ki ; ben de öğretmen olacağım olmuyor böyle, yeniden sınava gireceğim . Devlete başvuracağım sonra öğretmenlik için dedi. Ben de düzenli hayat planlarımı anlattım ona. Vay be dedik zaman geçmiş. Şimdi sağlam bir işim var ama o serseri zamanlarımı zırtık işlerimi özlüyorum. Sadece keyif için çalışmayı özlüyorum. Kendi çocuğum olursa onun da böyle deneyimleri olsun isterim açıkçası.
Neyse kısacası yine tatil zamanı geliyor. Dinlenme zamanı geliyor. Kış aylarını hiç sevmem. Depresif, soğuk, karanlık zamanlar... Bir an önce geçmesini beklediğim zamanlar... Bu zamanı iyi şekilde geçirmek için kendimce bazı atraksiyonlar buluyorum. Yaz gelsin, bahar gelsin. Mmm miss.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Çek çek kürekleri, sür arabanı


Güzel şeyler oluyor hayatımda.
Babamın elli yıllık makinesiyle çektiğim fotoları aldım. Tabi ki de daha o tür bir makineyi kullanmayı pek öğrenemediğim için üst üste binmiş pozlar, titreme, buğulanma vs olmuş ama şu yukardaki fotoya bir bakmanızı istiyorum. Üzerinde oynama yapılmadan ne kadar güzel görünüyor. Sanki zamansız bir foto, ne zaman çekildiği belli değil sanki.
Bayramda Bursa ve Uludağ planımız devam ediyor. Başka bir şehir, kar, temiz hava, arkadaşlarla olmak bana nefis gelecek.
Gelecek planlarımız yapılıyor güzel güzeeel.
Bu perşembe Kasımpaşa'da kürek dersine gidiyorum oh yeaah. Haliç'in boklu suları bekle beniii!!
Çarşamba günü Bozuk Düzen adlı oyunu izlemeye gidiyorum bakalım nasılmış.
Nensi'nin zamanı başladı ilk ısırılmamı yaşadım. Hayırlı uğurlu olsun.
Şimdi fotolarımın tadını çıkarticiğim izninizle.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Kahvaltı

Bazen bir şeye taktı mı feci takıyorum Bu aralar da , erken kalkmaya ve kahvaltı etmeye taktım. Aslında ben her sabah işe giderken kahvaltı edip keyif yapmaya özen gösterirdim ama bu aralar resmen sabah erken kalkmak için bir an önce yatağa girmeye çalışıyorum. Sevgiliyle buluşma hevesi gibi birşey.Ne olduysa, geçenlerde markete gidip kaymak almamla birlikte oldu.Evden çıkmadan 1,5 saat önce kalkıyorum.  İtle ilgilenip hemen çayımın suyunu koyuyorum, tereyağını dolaptan çıkartıyorum, o sırada yüzümü jelle yıkıyorum tonik monik derken su kaynıyor. Sonra gönlüme göre ister tost, ister omlet, ister yumurtalı ekmek, sosis mosis artık ne varsa tepsiye koyuyorum. Çayımı da (sallama çay canım o kadar değilim henüz) alıp bilgisayarın karşısında geçiyorum. Bir güzel zıkkımlanıyorum. geriye kalıyor 45 dk. Hemen tepsimi mutfağa götürüp toparlayıp diş fırçalama vs işlerimi hallediyorum ve doğru yatağa koşuyorum. Yatağımda yattığım yerden dizidir filmdir elimde ne varsa izliyorum. En son yataktan kalkıp giyinip evden çıkıyorum. Makyajımı okulda yapıyorum, nete okulda sınıfta giriyorum haberlere bakıyorum vs.
Sırf bu kahvaltı seansı için sabahları iple çekiyorum. Uyandığımda her yer alacakaranlık oluyor o kadar güzel ki. Hemen camı açıyorum, sokakta tek tük sesler oluyor onları dinliyorum. Güne böyle başlamak süper oluyor.  Önceki işyerimdeyken Uzi ile çıkış saatlerimiz uyuyordu ve bu kahvaltı olaylaırnı onunla da yapıyorduk. Şimdi uymuyor ama yine de uydurmaya çalışıyoruz.
Hedefim 6 buçuk gibi kalkıp iti dışarda gezdirmek falan ama henüz yapamadım.
Kafayı yedim galiba.
İt fotosunun konuyla ilgisi ne demeyin lütfen it de bana kahvaltı seanslarında eşlik ediyor.

12 Ekim 2010 Salı

Önce insan

Sokakta bir sürü aç insan var tutturmuşsunuz bir kedi...
Şehit haberlerine laf etmiyorsunuz ama cık cık...
Önce insan abi, sokakta tek bir aç insan kalmasın sonra hayvanlar...
Bir ton kedi var sokakta ha bi tanesi gitmiş ha gitmemiş bok gibi ürüyor şerefsizler öldüyse öldü...
İkiyüzlüsünüz insan ölse ağlamazsınız bile...
İnsanlar birbirini öldürüyor tecavüz ediyor doğuroyr ona ses etmiyorsunuz ama ..
.Bu bıdı bıdılardan bıktım usandım artık. Bu insanlarla aynı havayı solumak da benim bu hayattaki sınavım herhalde.

Surname 2010


Gittik, bir rüya gördük en şenliklisinden... 
Şakbaz, İstanbulbazlar, Dört başı mağmur, Çengiler ve daha niceleri...
Gidin eğlenin, mutlaka seyredin. 


Not: Surname 2010 Sadabad Kültür Merkezi'nde 17 Ekim'e kadar sahnelenecek.

8 Ekim 2010 Cuma

Rüyalar gerçek olsa katil olurdum

Yine aldatıldığımı gördüğüm bir rüya daha gördüm. Ben böyle ayda en az 2-3 kez görürüm bu tür rüyalar. Bu sefer de sevgilim tanıdığım ama şu an hatırlamadığım bir kızla birlikte oluyordu. Hem de benim evimden birlikte ayrılıyorlardı. İsyanlar içinde uyandım. Hayır bir de şu var, insan rüyadayım diye kendini teskin edemiyorum, yani üzüntü ve isyan içinde uyanıp o duyguları yaşamamış gibi uykuya dalamıyorum. Adam yanımda olsa ağzını burnunu kırarım , öyle bir ruh halinde oluyorum.

Üf bee.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Maşuk



Bu haftasonu aşk adına birşeyler oldu. Çöpçatanlıklarını yaptığımız arkadaşlarımız birbirlerini beğenmelerine rağmen yanlış zamanlama sonucu arkadaş devam etmeye karar verdiler. Başlamadan kaldı yani. Zaten bu işi bir türlü beceremiyorum. İşe yarayanını da bir kendimizde gördüm zaten. Bizi de ortak arkadaşımız tanıştırmıştı. Bizi birbirimize uygun bularak. Doğru bulmuş. Bingo !
Bu pazar tartışmayla geçti. Ziyan olmauş güzel geçmesi muhtemel bir gün, kapalı havanın rehavetiyle birlikte anlaşmazlıklarla doldu taştı.
Sonradan O'nu bu olayları anlatırken izleyince başta bozulsam da sonra fark ettim ki O'nu üzmüşüm. Anlaşmazlığın getiridği kızgınlıktan çok üzgünlük, kırgınlık var üzerinde. Yine de, beni sevdiğini ablamlara tekrar tekrar söylerken, ilişkimizin güzel ve mutlu olduğunu, sadece ufak tefek meselelerin nasıl büyüdüğünü görünce şaşırdığını söylerken kendi kendime, O'na ; "sen O'sun ya"  derken ne kadar bu dediğimin ne kadar doğru olduğunu anladım. Her şeyiyle, doğrusuyla, iyi huyluluğuyla ve huysuzluğuyla O işte.
Bu pazartesi kendi kendime bir söz vermiş olayım. Bir çok kez birbirimze verdiğimiz ama normal olarak tutamadığımız sözü bir kez de kendime vereyim bakayım.

Pazartesi melankolisi



foto

1 Ekim 2010 Cuma

Derste aklıma gelenler

Ders sırasında düşündüğüm şeyler var. Meslea ben 45 dk boyunca dakika saydığım çocuklayken ailesi o çocukla 24 sata ne yapıyor? Benim böyle çocuğum olsa ne yaparım? Düşünüyorum, düşündükçe çocuk yapmaya korkuyorum. Öyle çocuklar var ki, 17 yaşında altı bezlenen, avaz avaz çığlık atan, kendine etrafına zarar veren, ağzının suyu hiç durmayan. Bazen aileler utanıyor. Bazen değil çoğunlukla.Çocukları ordan oraya koştukları zaman, nesneleri tutamadığı zaman falan. Mesela salyası durmayan ve elini ağzına sokup duran çocuk elini benimkine değdirince annesi hemen elini çekiyor çocuğun. Sanıyor ki ben iğrenirim. Utanıyor, hemen elini siliyor. Halbuki ben iğrenmiyorum artık . Normal insanların iğrendiği dayanamadığı salya, koku hatta bit falan iğrendirmiyor beni. Nötr durumdayım hatta.
Böyle aileleri herkes yalnız bırakır. Eğer ki çocuk etrafı rahatsız edecek davranışlarda bulunuyorsa o eve gidilmez, gidilirse de üf püf yapılır, akrabalar "senden oldu -benden oldu" kavgası yapar, dışarda herkes alık alık bakar, anne bütün gün evde o çocukla hapis kalır.
Bana göre en zor durumdakiler otistik çocuklar. Çünkü aileler nasıl davranmaları, nasıl yaklaşmaları gerektiğini bilmediğinden, kendilerince iletişimi deneme -yanılma yöntemiyle öğrendiklerinden dolayı genelde yanlış yapıyorlar. Çocuklarının dünyadan kopuk, empati kuramayan, kendi içine dönük halleri çok üzüyor onları. Ben de düşünüyorum. Çocuğum olsa, ben onu varsayılan olarak çok seviyor olacağım. Ama o belki, hiç bir zaman bunu anlayamayacak, ben karşısına geçip kendimi paralasam onun için fark etmeyecek.
Tabi ki de kanımca en en en zor olansa, ailelerin aklındaki "ben ölürsem çocuğum ne olacak?" sorusu. Sahi ne olacak? Tecrübelerime göre genelde ortada kalıyor. Ya akrabalarda sürünüyor, dayak yiyor, bir kenarda ölmeyi bekliyor veya bakımevine veriliyor . Hoş aile bir arada da olsa bile normal bir hayat süren, ailenin ilgilendiği ve o çocuğu bir birey olarak kabul ettiği, mutlu huzurlu aile sayısı o kadar az ki. Anne-baba birliği olması yetmiyor yani.
Gelelim can alıcı soruya. Bütün bunları biliyorum ve tanıklık ediyorum. Peki ya hamileyken böyle özel bir çocuğumun olacağını öğrenirsem ne yaparım?
Bu sorunun cevabını düşünmek zorunda kalmamayı ummaktan başka çarem yok görünen o ki.

30 Eylül 2010 Perşembe

Sıkıştım

Öğrenciyken, bir işe takılıp kalmak zorunda değildim. O yüzden 3 ay orda 5 ay burda, kah kendi mesleğimde kah kel alaka işlerde çalıştım durdum. Boş durmayı sevmedim, evdeyken hep işe yaramaz hissettim kendimi. Tamam zaman zaman pc başında keyif yaptığım, sabahladığım gecelerim oldu ama çoğunlukla "işe yaramamak" durumunun getirdiği mutsuzluk vardı üzerimde. Öğrenciyken yaptığı işlerde imza yetkim vs olmadığı için pek önemli değildim, maaşım ve konumum da pek önemli değildi bu yüzden. Ama ben bekledim. Mezun olmayı, adaylığımın kalkmasını vs. . 2008 'de mezun oldum, geçen yıl da adaylığım kalktı. Yani artık özgürdüm. Güya istediğim işte özgürce çalışacaktım, konumum da önemli olacaktı. Peh! Oldu olmasına, ama özgürlük mü dediniz?
Eğer sabah 9'dan akşam 6'ya kadar, günde 8 özel çocuğu seansa alıp minicik teneffüslerle yetinmeyi, hayal kuramamayı, artık düzenli maaşım olduğu için girdiğim borçlarımın olmasını, keyif mi çatsam doya doya gezsem mi diye yere göğe sığdıramadığım haftasonunu, akşamları yorgunluktan devrilip yatmayı istemekle "hayır yaşayacağım ve uyumayıp akşamımı değerlendireceğim" inadını özgürlükten sayıyorsanız size bravo diyorum.
Ben bu şehirde bu şekilde yaşlanmayı, trafikte stresten ölmeyi, pek pahalı xcity evlerinde oturabilmek için , veledimi x kolejine göndermek için it gibi çalışmayı reddediyorum!
Hele de bu aralar her gün ama her gün, bu rutinden, bu işten, bu sıkışıklıktan kaçmak için çözüm düşünüyorum. Yaptığım iş bu şekilde yapılacak bir iş değil. Bu tempoyla değil. Çok severek bilinçli bir şekilde seçtiğim işimden kaçmak istiyorum. Kendimi sıkışmış, kanatları elinden alınmış bir kuş gibi hissediyorum. Boğuluyorum.
Özellikle bu yeni başladığım okulun olduğu ilçe çok fazla göç alan bir yer. Aileler çok bilinçsiz, bilgisiz, ilgisiz ve hatta sevgisiz. Derdimi anlatamıyorum. Otistik, göz kontağı olmayan çocuğa okuma-yazma öğretmemi, 29 yaşında işitme cihazı bile olmayan öğrenciye konuşma öğretmemi bekleyen aileler var. Çocuklarını tanımıyorlar. Aile görüşmesi yapıyorsun "hadi dersi geçiyor " diyorlar. "Çocukla ilgili bilgi almam gerekiyor sizden, ilk seans bu" diye ısrar edince üflüyorlar püflüyorlar. Bir öğrencim var 1 aydır her seans durmaksızın ama durmaksızın ağlıyor. Çünkü ağlayarak her istediğini yaptırmış .Ağlamak bir ifade biçimi olmuş. Sevinince de ağlıyor üzülünce de. Başım çatlıyor başım dönüyor.
Verimli olamıyorum. Ölüyorum kuruyorum.Dakikaları sayıyorum.
Yeniden üni sınavına girip başka bir meslek mi seçsem diye düşünüyorm.
Sıkıştım kaldım. Çoluğum çocuğum olduğunda bu şekilde işe sıkışıp mecbur kalmak istemiyorum .Sevmediğim bir şeyi yapmak mecburiyetinde olmaktan korkuyorum.
Off of.

28 Eylül 2010 Salı

Ölü

Rüyamda çocukluk arkadaşlarımdan birini ölmüş gördüm. Ölüsünü görüyordum ama ölü değildi, hayaletini görüyordum desek daha doğru.Sordum:
-Ölmek nasıl bişey?
Cevap verdi:
-Ölmek beni benden aldı ya.
-&%/%+/


Bunca zaman sonra rüyamda öldüğünü gördüğüm arkadaşımın ölüm üzerine yaptığı espriye alkış diyorum.

25 Eylül 2010 Cumartesi

Noodle

Rahmetli babam hayattayken mutfağa girer her çeşit yemeği yapardı. Birinden bir tarif duysun hemen denerdi. Evde onun aldığı 2-3 yemek kitabı hala durur. Ben de çocukken özenirdim, mutfağa girer değişik tarifler, karışımlar yapardım. Biraz ondan biraz bundan... Babam da tadına bakardı. İlk yaptığım pilavın yarısı tencereye yapışmıştı hatırlıyorum da . Bundan sebep yemek yapan erkek tuhaf gelmez bana. Asıl yemek yapmayan erkek tuhaf gelir hatta. Yani hiç olmadı salata, makarna, omlet falan yapsın. Şükürler olsun ki Uzi yemek yapan bir erkek. Hem de pek güzel yapar. Güzel bir tarif bulduk mu hemen deneriz pişiririrz afiyetle yeriz.Netten değişik tatlılar, yemekler bulur bana gösterir; yaparız, yeriz, hatta eve misafir çağırıp onlara da yediririz. Yemek olayı tamamen keyif olduğundan beri, takdir edersiniz ki O ve ben kilo aldık, kendimizi koyversek bin kilo olacağız.
Geçenlerde de bana noodle yaptı parmaklarımı yedim.
İstek üzerine yayınlıyorum.
Malzemeler:
1 paket noodle
Küp küp veya jülyen doğranmış tavuk göğsü
Yeşil sivri biber, kırmızı biber, soğan
Mantar
Soya sosu




Noodle'ı 6-7 dk haşlıyorsunuz. Çok fazla haşlamayın biraz diri kalsın.

 Sebzeleri uzun uzun kesiyorsunuz efenim.


Tavukları Uzi jülyen usulü doğradı ama minik küp küp de olabilir. Tavukları teflon tavada az su ve yağ ile pişiriyorsunuz . Haşlayabilrisiniz de.


 Sebzeleri Wok tavasında şööyle bir çeviriyorsunuz. Fazla pişirmeyin çok ölmesin sebzeler.
Sonra mantarı ekliyoruz.

Sebzeler pişince noodle ve soya sosunu ekleyip tavada çeviriyorsunuz bir süre.


 Haydi afiyet olsun.
Not: Malzemeleri göz kararı yaptık biz. İsteyen detaylı ölçülü mölçülü tarifi yemek bloglarında bulabilir..

24 Eylül 2010 Cuma

Cocker Dehşeti

Benim Nancy iyi hoş bu aralar. Her akşam geziyor falan o yüzden çok mutlu. En sevdiği oyun "topu getir" oyunu değil , Star Wars ve Jaws müzikleri eşliğinde oynadığımız "Vahşi oyun" olduğundan mütevvellit bu oyunu sık sık oynarız.Oyunun sonunda pestili çıkar, dili yana sarkar, kafayı yer.
İşte kare kare cocker dehşeti !
 Bana sataşmış, dişler dışarda. Teslim olmuş görüntüsü içinde bir manyak !





Vahşi ırk! Derhal yasaklanmalı !


 Ve nakavt ! (Hayır boğazını sıkmıyorum)





Sonunda benimle uğraşamayacağını anlayan ve düşmana teslim olan it, en iyisi topla oynamak diye düşünüp topu önüme getirir ve oyun biter.

14 Eylül 2010 Salı

Yük

foto

Buralarda yokken;
Üstümdeki yüklerden kurtulma zamanımın geldiğini anladım. Kambur gibi sırtımda duran fazlalığı atıyorum artık. Her şeyin zamanı varmış. Hep dua ederim ki istediğim şeyler eğer benim ve evrenin hayrınaysa olsun, değilse olmasın O'ndan gelen her şey kabulüm. Öyle de oldu netekim...
Annem hastaneye yattı-çıktı, bir daha yattı, 1 ay orada kalacak.Dizinde bir problem var , fizik tedavi görecek.
Ayrılık, barışmak, mutsuzluk, mutluluk...
Tatil yaptım, dinlendim, gezdim, geleceğe dair hayaller kurdum, karışık rüyalar gördüm, kendimi eleştirdim çokca...
Kendimi adam etmeye çalıştım, hırslarımdan , kibirimden, huysuzluklarımdan vazgeçme yolunda bir adım daha attım.
Geçenlerde yolda bir adam gördüm yargıladım hemen. Sonra o adam için "ama belki de şöyledir böyledir" dedim. Sonra niye o adam için bahaneler buluyorum ki dedim , içi kötü olan yargılayan benim. O kazandı ama ben kaybettim, otur sıfır dedim.
Köpeğimi sevdim, köpeğimi gezdirdim, huysuzluk yamamasına sevindim, onu yıkadım, tatlı kahve gözlerine damla damlattım, tüylerini taradım, mamasını değiştirdim.
Referandumu boykot ettim.
Annemle kavga ettim, 3 gün konuşmadık.
Bir bardak su dedim, bir bardak su ne önemli.
Bir bardak suda fırtınalar kopar, misafire bir bardak su öyle lappadanak verilmez, altında tabak, üstünde örtü olur, içmesi beklenir bitince alınır. Ölüm döşeğindekilere de su verilir, hiç bir şey yapamazlarsa ağzını ıslatırlar... Fenalaşanlara da su verilir kızanlara da korkanlara da... Hiç anlamamış, hiç de sevmemişimdir böyle durumlarda burnuma su dayanmasını. Susuzluktan mı sanki huysuzluğum üzüntüm...

Ayaklarımı çimene gömüp, gözlerimi kapatmak istiyorum , köpeğimi yanıma yatırıp battaniye altına girmek istiyorum.
İzninizle kaçıyorum.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Bebek

Günlerdir peş peşe gelen üzüntülerim bir halt değilmiş, bunu okuduktan sonra anladım. Çok üzüldüm, çocuğum yok, belki anne gibi anlayamam ama çok üzüldüm. Allah ailesine sabır versin. Çok zor. Nur içinde yatsın.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Eylül geldi iyi bok yedi



Tüm uyuzluğuyla, serinliğiyle, yağmuruyla geldi.
Bok demiş olabilirim, dedim ne yapayım.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

24 Ağustos 2010 Salı

Çanakkale yardım bekliyor



Şu fotoğraflara bakıp duyarsız kalabilirmisiniz? Beni okuyan anne bloggerlar da vardır mutlaka. Anne olup da yavrularına yemek bulamayan perişen haldeki bu anne köpeğe üzülmeyen var mıdır? Çanakkale -Biga'daki barınak destek bekliyor. Koşullarının iyileştirilmesi için Yaşam Hakkına Saygı derneği imza topluyor. Bir dakikanızı bile almaz.
Çanakkale civarında olanlar varsa da bir paket makarna, ilaç veya süt , mama götüremezler mi gerçekten?
Hayır, insanlığın ölmediğine inanmak istiyorum sadece.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

İt huyu


Saçma bir huy çıkarttı. Annem evden dışarı çıkar çıkmaz, kapı kapandığı gibi banyoya koşup kirli sepetindeki annemin bir eşyasını alıp odaya getiriyor.

Eşyayı mindere koyup kendisi de onu görebileceği bir yere yatıyor.
Al işte daha demin annem çıktı, hemen banyoya koştu, sepete ulaşamadığı için önüne oturdu bekliyor.

Hayır kıskandığım yok ta ben evden çıkınca niye benim yatağımı bozuyor da annemin eşyasını alıyor.
Salak.

not: Fotolar Nensi hanım ile pek sevgili oyuncağı Papi'ye aittir. Kendisi ekseriyetle Papi ile takılır. Bu beyaz Papi, bir de siyah Papi'si var :D

13 Ağustos 2010 Cuma

Yeni bir iş

Kpss sınav sonuçları binbir nazla niyazla 11 Ağustos'da saat 14:00'da açıklandı. Ama ösym'nin boktan sitesi çöktüğü için ben sonuçları 5'e doğru alabildim. 52 Puan almışım efenim. Eh tabi çalışmadan öylesine girince bu kadar oluyor. Gerçi geçen atamalarda taban puanı 45 idi,tek umudum o. Okulönceciler olarak bu sene yırttık yırttık. Kpss'de iyi puan almak için kurslara giden, iyi bir yere atanamayanlar bana kızmasın. Ben normalde girmek istemiyordum. Ama okulöncesi zorunlu olduğu için bizim bölümün puanları inanılmaz düştü. 57 puan il e atanan arkadaşlarım var. Ben de ısrarlara dayanamyıp "bir bakim bakim ne olacak" diye girdim. Atanırsam üzgünüm ama suç sınav sisteminin. Sen lise ve üniversitede senelerce matematik coğrafya görmemiş okulöncecilerle, inşaat mühendisidir matematikçidir aynı sınava sokarsan olacağı budur.
Ben de atanmama ihtimalime karşı ne olur ne olmaz diye kendime iş buldum. Pazartesi başlıyorum.
İçime çok sinen , evime tek minibüs mesafesi ,öğrencisi az , genç ve güzel insanların çalıştığı yer. Şükürler olsun ki sonund ahaftasonu bana kalıyor, sadece haftada 5 gün çalışacağım. Oh la laa.
Bu arada bir işe girerken yaptığın masrafların da işyeri tarafından karşılanmasını talep ediyorum efendim! Bugün yollara düştüm. İkametgah ve meşguliyet belgesine 8 tl, sağlık raporuna (o da ayrı bomba, adam beni görür görmez turp gibi olduğumu kanaat getirip mührü bastı)  5tl, sabıka kaydına 5 tl , veee en son olay noter tasdikli diploma fotokopisi taam 27,5 tl ! Mübarek papirüse yazılıyor sanki. Noterin kendisi bile ortada yoktu, para veriyoruz bari karşılığını görelim dedik ama peeh. Makbuzda değerli kağıt yazıyor. Bok değerli, bildiğin A4, Diğer kağıt topundan alırken gördüm bir kere seni. Nesi değerli bilemediğim kağıt parçası zırvalığına bu parayı verip de noterlere sayıp söverken iş yerime gidip evbraklarımı teslim ettim. Ohh bee demiyorum çünkü daha bir belgem eksikmiş, sonradan aklına geldi yeni müdürmün. Yarın sabahın köründe o belgeyi alıp işyerime vereceğim. Of ya of, develt dairelerinden nefret ediyorum. Ya millet resmen yayıyor, geviş getiriyor, sohbet ediyor, işini yapan insan o kadar az ki. Bugün sabıka kaydı almaya gidince 2 bölme olmasına rağmen teki çalışıyordu. Bankonun arkadaşında da 3 kişi sohbet ediyordu. Sonunda kuyruk olduğunu gören sohbetsever memurumuz kendi bölmesine bi 10 dk .sonra geçti de sıradan aldı. Vatandaş orda beklemiş etmiş ona ne, ay sonunda maaşı yatıyor, performansı mı ölçülüyor kovulma korkusu mu var peeeeeeeeh !
Memur zihniyeti bu ya, şimdi ben de mi öyle olacağım.
Öğretmenleri de öyle çünkü. Sınıfı stajyere bırakıp giden öğretmenler, bütün gün mutfakta lak lak yapan öğretmenler, müdürler. Görelim bakalım.

12 Ağustos 2010 Perşembe

Ehh veletler nedir sizden çektiğimiz be !


Yani bazen kafayı yiyorum, sonra kendime hakim olmaya çalışıyorum. Yahu bana ne bana ne ! Mmeleketin veletlerinin tasası sana mı düştü diyorum, çat diye bloglar arası dolaşırken çocuğunu (evet çocuk artık bebek değil) , 2,5 yaşına gelmiş çocuğunu emzirmeye devam etmek isteyen kadına rastlıyorum. Pes ! Hayda sana ne be diyorum geçiyorum bu sefer tatilde tura katılmış bir aile görüyorum. 4 Yaşlarında bir çocuk. Her boka ama her boka ağlayarak tepki veriyor. Yemek zamanı mesela aynı masaya denk geliyoruz talihsizlik işte, çocuk bok var gibi huysuzluk ediyor. Fanta istiyormuş. Annesi de elinde bir çatal ağzına yemek tıkıştırıyor. Yemek yemeden Fanta yok diyor. Sanki yemek yese de iyi bişey Fanta. ama anne dediğini yapmıyor yoo, velet anırıyor annesi de hemen Fanta aldırıyor babaya. Ha baba mı? İlgisiz mahlukat, bir asalak. Doldurmuş tabağını dünya umurunda değil yemek yiyor. Çocuklarla ilgisi yok. Katiyen. Hatta biraz çocukla ilgili bişeyler deseniz "Aaa hangi çocuk, benim çocuğum yok ki" diyecek.
Tatilde aile davranışlarını gözlemlemek için çok fırsatım oldu. Kusura bakmayın ama yeni nesil anneliğin babalığın içi çürümüş kokuşmuş! Valla gözüm korktu. Evlilik aşkı öldürmez, aşkı çocuk öldürür, ben bunu gördüm !  Ne sabah kahvaltısında ne akşam yemeklerinde ne de denizde huzur , rahat vardı. Havuz başında yemek savaşları ! Anneler ellerinde tabak çocuk peşinde. Çocuğunun  burnunu kapatıp yemeği tıkan, çocuğunu cimciren, boş tehditler savuran. Ehhh be! diye kendimi odaya zor attım. Sonunda safaride de bizim arabaya çocuklu bir aile binince anladım ki ben çocuk sevmiyorum. Korkuyorum şimdi ne bok çıkartacaklar diye. Ablamın arkadaşının bir kızı var, bana göre hain pis bakışlı kötü kalpli bir kız, ama annesine gör çok duygusal. BOK! Her yaramaz çok duygusal bak seen. Ece'nin oyuncaklarınının içine eden, her şeyini kıskanan benim dimi.
Kendi çocuğun olunca bikbiklenmesine başlamayın hiç. Yeğenim de çocuk, Ebru'nun Rimoş'u da, arkadaşımın yeğeni Kerem de çocuk. Ama çocuk. ÇOCUK yani. Azman değil.
Otobüse minibüse binerim, yanıma çocuklu biri bindi mi eyvah! Ya çocuk ayaklarını üstüme sürer, ya kusar, ya kafamı şişirir ya bok var gibi azar. Abi biz de çocuktuk ama annemin tek bakışıyla -ki o saniyelik bakış bize çok şey ifade ederdi, kendime gelirdim. Ruh hastası da olmadım çok şükür, özgüvenim de domuz gibi !
En son Nancy ile dolaşırken delirdim sanırım. Öyle olmuş olmalı yani. İtimi almış, taksiyle gittiğim yerden yürüyerek dönelim hem it de yürümüş enerjisini atmış olur diye düşünüp kendimizi yollara vurup kaybolmuştuk.
Bir mahalleye girdik. 3-4 Çocuk oynuyor. Anneleri de kenarda oturuyor. Çocuk geldi.
- Adı ne?
(Elinin körü ne yapıcaksın adını.)
-Nensi.
-Isırır mı?
- Çok sıcak ya hava rahatsız olmuştur ısırır.
(Nensi bu, başka çocuğu ısırmışlığı yoktur ama hava çok sıcak , hayvan da kıçından sluyor ne olur ne olmaz)
Ama yoooooooooooooook çocuk laftan anlamıyor. Kulağını sıkıyor, sırtını sıkıyor .
-Yapma öyle ısırır.
- Gel neysiiğ neysiğğğ.
 (Baktım "Neysi" ufaktan kaçmalar yapıyor, veledin annesi oralı değil çocuğu elimle tuttum "yapma " dedim.)
Vay sen misin öyle yapan. Anası çocuğu ellemiş değil de sanki doğrayıp tabakla Nensi'ye sunmuşum gibi bir bağırmak. Ulan bıraksaydım da ısırsaydı veledini. Önce hayvan sevgisi öğretin nasıl sevileceğini öğretin.
La havle yaaaaaaaaaaa.


Alakalı linkler:  http://puck-robin.blogspot.com/2010/03/cocuk-sahibi-olmamak-icin-30-neden.html  http://puck-robin.blogspot.com/2009/03/cocuk-meselesi.html
http://primarima.blogspot.com/2010/08/sizin-cocuk-hangi-turden.html

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Kapalıyız

Şu Kpss sonuçları açıklanana kadar...
Sıcaklar bitip de rahat bir uyku uyuyana kadar...
İş durumum belli olana kadar...
Evde , kitap okuyorum, film izliyorum, oyun oynuyorum, tv izliyorum, itimi gezdiriyorum, öğleden sonra kestirmesi yapıyorum. Kısacası, kışın, çalışırken yapamadığım ne varsa yapıyorum. Doyasıya...
Bu durum bitene kadar...
Kapalıyız.

3 Ağustos 2010 Salı

Dostlarımız için destek

Gazeteci Tuna ARMAN, bizim haberlerde görüp bela okuyup geçtiğimiz haberlere sonunda isyan etmiş ve bunu bir eyleme dönüştürmüş.
O'nu desteklemek için biz bloggerların da yardımı gerekiyor. Neticede bir sürü okura ulaşabiliyoruz ve kendimizce bir kamuoyu yaratabiliriz. Ben bu eylemi destekliyorum ve sayfamdan duyuruyorum. Lütfen desteğinizi esirgemeyiniz.
www.dostlarimizicin.com

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Saklıkent - Kayaköy Son Gün

Saklıkent turumuz için sabahın köründe kalktık. Ya bu turlar, oteldeki kahvaltılar falan neden sabahın köründe olur ki. Hayır yani ben otel işletsem kahvaltı 8-11 arası olur. İnsan uyumak ister. Ayrıca açık büfe olan yerde kahvaltı mı kalıyor sanki. Millet kıtlıktan çıkmış gibi saldırıyor. Azcık geç kalksan her şey bitmiş oluyor. Kahvaltı yemek falan bittikçe doldurulmalı ki herkes yiyebilsin. Bir de ben açık büfe olan yerlerde yemek yiyemem pek. Midem bulanır. Yağından mıdır nedir bilmem ama içim kalkar.
Neyse, sabahın köründe atladık jeeplere . Bu arada jeep safariye çıkacak olanlara not; elektronik eşyalarınızı su geçirmez kılıflara koyun çünkü yol boyu su şakası yapıyorlar. Yani köylerden falan geçerken çoluk çocuk amcalar falan üzerinize hortumla su sıkıyor. Ben gün boyu kuru kalmadım diyebilirim.
Üst fotodaki yer ilk durağımız Tlos . Likya birliğinin en güçlü şehirlerinden olan Tlos'un içine giremedik çünkü grubumuz kalabalıktı ve girip çıkmak zaman alacaktı. Bana kalsa tavaf ederdim ama bana kalmadı.



İkinci durak Yakapark. Her yer su, her bir noktadan buzz gibi sular fışkırıyor. Üfürükten prenses yazmıştı burada bir havuz var, uzun süre durana yemek içecek falan bedava. Ama durmak kolay değil. Ben bir şelalenin altına girdim mesela ve anında beynim dondu. Orada aynı zamanda bir barın kenarında alabalıklar vardı. Turist efendiler eğleşsin diye koymuşlar garipleri daracık yere. Millet elleyip duruyordu. Ben bir tanesini gördüm ölmek üzereydi. Küfür ettim içimden .


Saklıkent kanyonu çok güzeldi. İnanılmaz soğuk bir suya giriyorsunuz önce. Akıntı muazzam. Yanınıa ayağınızdan çıkmayacak bir deniz ayakkabısı veya sandalet almanızı öneririm. Nice yiğitler parmakarası terliklerini akıntıda bıraktılar çünkü.
Akıntıyı geçince su azalıyor ve çamurlaşıyor. Kanyon boyunca gitmenizi öneririm. Kanyonun duvarlarının dibinden çıkan suları görüp şaşıracaksınız. Biz hayran kaldık.


Saklıkent'teki geziden sonra oradaki restoranda soluklanmamak ayıp. Su üstündeki yerlerde mutlaka oturulmalı ve ayaklar sarkıtılıp çay içilmeli. Su epey soğuk, akıntı epey güçlü. Ama bir kaç dakika sonra ayağınız alışıyor soğuğa.


Vee ertesi sabah zar zor yataktan söküldük. Zira bir gün önce saklıkent'te yorgunluktan gebermiştik. Motor kiralayıp köy kahvaltısı yapmak için ver elini Kayaköy dedik yeniden. Yukarıdaki fotoda Gemiler Koyu'nu görüyorsunuz. Biz orada denize girdik. Yolu çok virajlı ve tehlikeli. Yavaş gitmeniz önerilir. Ama arabayla gidecekseniz mutlaka camları açın ve mis çam kokusunu içinize çekin.


Ahh işte kahvaltımız. Kişi başı 10 Tl vererek patlayana kadar doyduk. Kayaköy'deki İstanbul Restaurant bizi ihya etti. Ağaçların altında, çardaklarda yayıldık ve kahvaltılarımızı lüplettik. İsteyene havuzu da var. Öyle lüks bir yer değil , havuz deyince aklınıza öyle bir yer gelmesin, oradaki çoğu işletmede havuz var.

Bütün gün Gemiler Koyu'nda denize girdik, hayatımda ilk kez gölgede şezlongda uyuyakaldım.
Kitabımı yarıladım. Açlık Oyunları adlı kitabı okuyorum. Çok beğendim, ikincisini de aldım ama henüz üçüncüsü çıkmamış. Şimdiden tasası düştü...

Kısacası çok güzel bir tatil geçirdik Uzi ile. Aşkımıza aşk kattık. Özellikle de uçağı kaçırdğımız son gün oradaki en güzel günümüzü geçirdik.
Fethiye ve Ölüdeniz pek güzel değil. Çok pahalı, İngiliz sömürgesi gibi bir hal almış. Hele akşamları Hisarönü ve barlar sokağı turist çekmek için sokaklara ve bar tepesine tünemiş apaçilerle dolu, zavallıca geldi bana. O tarz bir eğlence sevmediğim içindir belki bilmem. Benim sevdiğim denizi oldu, nemsiz havası oldu, gezilecek bir ton yeri oldu,tarihi oldu, istersen sakin istersen harala gürele yapabilme özelliği oldu. Yine fırsatım olsun yine giderim.
Tatil güzel, iyi , ala da şu İstanbul'a adımımı attığım an üzerime yapışan sıcağı, gürültüsünü hiç özlememişim. Sersem gibi dolaştım geldiğimden beri. Baş dönmesi, halsizlik, mide bulantısı...
İstanbul, seni hiç özlememişim...